07.12.2017 / 23060 Görüntüleme
*- Ümmüşen Hanım bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Korkuteli Yazır köyünde, üç çocuklu bir ailede ortanca olarak doğmuşum. İlkokul 1.sınıfın yarısına kadar köyde nenem- dedem ve halamın yanında yaşadım. Köyümde ve Beydağlarındaki yaylamızda geçen o yıllar, yaşamıma damga vuracak kadar önemliymiş. Daha sonra memur olan babam beni diğer kardeşlerimin ve annemin yanına Çanakkale’ye götürdü. İlkokulu ülkenin değişik coğrafyalarında dört değişik yerde okudum. Buralarda değişik din-dil- ırklardan insanlara ve kültürlerine tanıklık etme olanağı buldum. Ortaokul ve liseyi parasız yatılı olarak İstanbul Erenköy Kız Lisesi’nde tamamladım. İlkokul 3.sınıftan itibaren hayalim olan çocuk doktorluğu mesleği, girdiğim merkezi sistem üniversite sınav sorularının çalındığının ispatlanması üstüne gerçekten hayal oldu. Sadece teste alışmak için merkezi sistemden iki gün önce girmiş olduğum sınav sonuçları ile başladığım üniversiteyi çok sevdim ve ODTÜ -İşletmeden mezun oldum. Çukurova Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak başlayan Adana hayatım 17 yıl sürdü. Bu şehirde evlendim ve çocuklarım oldu. Bu arada yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. Yedi yıla yakın akademisyenlik yaşamımın ardından holding CEO’luğuna kadar uzanan özel sektördeki yöneticilik yaşamımı 2007 yılında İstanbul’da tamamladım. Özel sektörde olduğum sürece de devam ettirmeye gayret ettiğim üniversite öğretim üyeliği ve iş dünyasına yönelik eğitim- yönetim danışmanlığıma devam etmekteyim. Öğrenmenin en etkili yolunun öğretmek olduğunu fark ettiğim için beynimin çalıştığı sürece öğretmeye devam ederim gibi geliyor.
*-Müzik ve bağlama ile ne zaman ve nasıl tanıştınız?
Herhalde doğduğumdan itibaren, çekirdek ve geniş ailem nedeniyle tanıştım. Bireylerinin çoğunluğunun, müzik ve birçok sanat alanında yeteneklerle doğan bir sülaleden geliyorum. Babam ve bazı amcalarım, sazlarını kendileri üretecek kadar el sanatlarına ve müziğe yatkınlardı. Babam çok güzel bağlama, bir amcam tambur – cümbüş çalardı. Nenemin ümük (boğaz) çalmasına hayrandım. Yıllar sonra o ümük çalmasını tellere aktarılmış (parmak saz) halde buldum. Halalarım çok güzel türküler söylerlerdi, büyüklerimin kurduğu üç cümleden en az biri atasözü zenginliğindeydi… O zamanki haliyle benimki gibi bir köydeyseniz ve böyle özellikleri olan bir aileye- sülaleye sahipseniz, halk biliminin her dalıyla iç içe bir ortamda halk bilimine, halk oyunlarına ilgi duymamanız olanaksız olurdu.
*-Sizin kendi deyiminizle "sıtma görmemiş cinsten" bir ses tonunuz var. Bunu neye borçlusunuz?
“Sıtma görmemiş ses” kendi sesime benim yakıştırdığım bir durum değil. Farklı kişilerin dillendirdiği bir saptama. Bu saptamada övgüden çok yergi olduğunu da hemen belirteyim. Sakin ve yumuşak bir tonla türkü söyleyebilmeyi çok isterdim. Sanırım bu tür söyleme alışkanlığı, üç yaşımda kaybettiğim dedemin orta boy sandık büyüklüğündeki radyosunun içinde cüce insanların türkü söyleyip saz çaldıklarını zannetmemle başlayan bir süreç. Onlar, o küçücük cüsseleriyle bu kadar güçlü bir ses çıkarabiliyorlarsa (türküler, bahçeden ve etraftan duyulabilsin diye dedem radyonun sesini çok açardı), ben daha fazlasını yapabilirim diye denemeler yaptığımı çok iyi anımsıyorum. Bir de yaylalarda insanların birbirlerine yüksek sesle seslenmesi ve bu seslerin yankılanarak geri gelmesinden de çok etkilendim sanırım.
*-İlk albümünüz” Nenni” ile tanıdık sizi. Sonrasında “ Rüzgara Karşı” adını taşıyan bir albüm daha yaptınız. Niye albüm çalışmalarına ara verdiniz? Ya da bir süre ara verdikten sonra devamı gelecek mi?
Albüm yapma gibi bir düşüncem hiç yoktu. Üniversiteye başladıktan kısa bir süre sonra, sözü müziği kendime ait parçalar yapmaya ve bunları elimde bağlama ile ülkenin dört bir yanında konserlerde seslendirmeye başladım. Bu konserlere katılım, büyük şehirlerde 15-17 bin kişiyi buluyordu. Çok kısa bir süre sonra şarkılarımın sevilip yaygınlaştığını, birçok kişi tarafından konserlerde - kasetlerde anonim notuyla seslendirildiğini izledim. Örneğin 18 yaşında yaptığım bir bestem, farklı sanatçılar tarafından benim sayabildiğim kadarıyla 43 ayrı albümde seslendirilmiş. Söz ve ezgi olarak duygu ve düşüncelerimi bestelerimde tam aktaramadığımın farkındayım. Ama aktarabildiğim kadarı karşılık bulmaktaydı. Sizinle aynı şeyleri düşünenlerin – hissedenlerin olduğunu bilmek çok güzel bir duygu. Kendinizi yalnız hissetmeniz olanaksızlaşıyor, çok geniş fikirdaş – duygudaş yoldaşlarınız olduğunu fark ediyorsunuz. Geçmişteki gibi elimde bağlama ile kesintisiz konser verme olanağım olmadığından, albüm yapmayı, şarkılarımı paylaşmada etkili bir bir araç olarak görmüştüm. İnternetin çok yaygınlaştığı günümüzde bu araç etkisini giderek yitirmekte. Bu nedenlerle bir daha albüm yapacağımı sanmıyorum. Şimdilik paylaşımımı yılda verdiğim 8-10 konserle yapmaya çalışıyorum.
*- Derya Köroğlu ile ODTÜ’den okul arkadaşısınız. İlk albümünüzde güzel bir eseri birlikte yorumladınız. Bu nasıl gerçekleşti?
Derya, dediğiniz gibi ODTÜ’den yakın arkadaşımdı. Her iki albüm de Derya’nın olağanüstü gayretleri ile ortaya çıktı. Birlikte aynı amaç için emek harcama sonucu, yakın arkadaşlık çok sıkı bir dostluğa dönüştü. Hem yapımcım, hem düzenlemecim hem de gitarı ve sesiyle albümlere can verdi. Albüm için birlikte seçtiklerimiz arasında olan “Sezenler Olmuş” eserine düet yapma fikri , kayıtlar sırasında birden Derya’nın aklına geldi ve hayata geçirdik. Çok da iyi yapmışız.
*- Albüm yaparken nerelerden ve kimlerden destek aldınız?
Albümlerde her şeyi Derya organize etti. İkinci albümün çıkışında ayrıca değerli dostum Faik. Sesleriyle; Derya, Suavi, Sümer Ezgü, Murat Hasarı, MFÖ.den Fuat abi, Gülay, Sinem….., enstrümanları ile; Derya ve Yeni Türkü grubunun birbirinden değerli üyeleri, Erdal Erzincan, İsmail Soyberk, Cenk Güray, Erol Parlak, Çetin Akdeniz, Zafer Gündoğdu, Süren Asaduryan, Ertan Tekin, rahmetli kanun devi Halil Karaduman,…. Fotoğrafı – miksi- grafikçisi vb.. Aslında çok büyük bir imece örneği bu albümler. Adlarını sayamadığım o kadar çok insanın emeği ve desteği var ki!
*-Bildiğimiz kadarıyla; bazı tanınan şarkıların da bestecisisiniz. Ali Asker'in "Ocaklar", Sevinç Eratalay'ın "Bebeğim Nenni", Grup Yorum’un “Hayat/Beyaz Gelinlik” vb.. adıyla seslendirdiği şarkılar size ait. Ama işin ilginç tarafı, bu isimlerin hepsi şarkıların anonim olduğunu zannetmişler, size ait olduğunu sonradan öğrenmişler. Besteleriniz bu kadar tanınırken kendiniz niye perde arkasında kalmayı tercih ettiniz?
Daha önce albüm yapmamın nedenlerinde belirtmiştim. Verdiğim konserlerde söylediğim şarkılarım hızla yaygınlaştı. Anonim türkü dediğimiz her eserin de bir yaratıcısı var. Zaman olarak çok eskilere, mekân olarak çok geniş bir coğrafyaya yayılması anonimliğin en önemli kıstasları. Benimkiler, kısa zamanda çok geniş bir alana ve değişik kesimlere yayıldı. Herhalde hayattayken eserlerinin “anonim” zannedilecek kadar yaygınlaşmış olduğunu görebilen şanslı nadir insanlardanım. Bu gün de bazı şarkılar, medya sayesinde her tarafta herkes bilecek kadar yaygınlaşıyor, ama üç- beş ay sonra unutuluyor. 35- 40 yıl önce yaptıklarımın bile hala söyleniyor – dinleniyor olması, daha temel duygulara seslenebiliyor olmamın göstergesi sayılabilir. Perde arkasında kalmaya gelince; bu bir tercih değil, sanırım benim yaşam tarzımın bir sonucu . Perde önüne çıkmada medya en önemli etmen. Medya bana, ben medyaya çok da uygun değiliz. Ama sizin bu sorunuz ve çıkardığınız sonuç benim için bir mutluluk kaynağıdır; Ya eserlerim bilinmeyip de ben tanınıyor olsaydım?!
*- Ümmüşen Hanım elinizi attığınız her alanda başarılı bir kimlik oluşturmuşsunuz, bu başarının sırrı nedir?
Başkalarının düşüncesine saygım var ama bana göre hiçbir alanda tam başarılı değilim. Nenem ölünce köye geldiğimde dolaplarından çocukken yaptığım resimler, yazdığım şiirler – hikayeler vb.. çıktı. Hepsini saklamış. O çocukluk karalamalarının içinde yazdığım bir cümle dikkatimi çekti. Noktası virgülüne aynen şöyleydi; “ Herkes bana mükemmel olduğumu söylüyor. Mükemmellik?? Mükemmellik diye bir şey olamaz. Bu, olsa olsa her gün bir önceki günden daha iyi olabilme çabası”. Bu gerçeği, 11 yaşında böyle bir cümleyle özetleyecek kadar kavramış olmamı, yine beni yetiştirenlere, bu toprakların kültürüne borçluyum. Hiçbir konuda başarılı olduğumu düşünmüyorum. Çünkü çok daha iyisini yapacak potansiyelim olduğundan eminim. Hiçbir konuyu tam bildiğimi - tam başardığımı söyleyemem. Öyle değişken bir dünyadayız ki; bugünkü bildiklerim- başarılarım, yarınki bilmediklerime - başarısızlığıma yetemeyeceği çok açık. Bu felsefe Japonya’da kaizen geleneğinden çıkarak 1950’lerden sonra özel ve iş yaşamında hızla ilerleyen toplam kalite anlayışı. Oysa benim atalarım bu konuyu yüzyıllardır “aynı derede /aynı suda iki kere çimilmez” diyecek kadar yaşamlarının içine sokmuşlar. Başarının sırrı diyemesem de başarının nedenini ve sonucunu “mutluluk” olarak özetleyebilirim. Başarının göstergesi ne para ne de kariyer! Sadece ve sadece mutluluk. Mutluluk ise sorunlarla baş edebilmek – çözmek ve her koşulda geleceğe umutla bakabilmek bence.
*-Şimdiye kadar sanatçı - yönetici – öğretim üyesi Ümmüşen’i konuştuk. Biraz da ‘’anne’’ Ümmüşen’i tanıyabilir miyiz?
Bu sorunuza, günümüzde birçok entelektüel ana – babanın “ çocuklarımla arkadaş gibiyim” türü bir yanıt bekliyorsanız sizi hayal kırıklığına uğratabilirim. Çocuklarıma, okuma – yazma bilmeyen annem gibi bir anneyim. Onların da benim de arkadaşlarımız var zaten. Benim ihtiyacım evlat, onların ihtiyacı anne. Annelik, arkadaşlıktan çok daha zor ve sorumluluk içeren bir süreç. Onlara doğduklarından itibaren ben de babaları da, ayrı bir kişiliklerinin olduğu/olacağı bilinciyle davrandık. İçimizde kalmış yapamadıklarımızı yapacak bizim devamımız olarak görmedik. Sonuçta; insanlara- doğaya- kısaca yaşama saygılı, toplumsal duyarlılıkları yüksek, hiç biri şeyi olduğu gibi kabul etmeyip sorgulayan ve sorunlara çözüm üretmeye çalışkan …. İki yetişkin oldular. Onlar ve bu özelliklere sahipgençlerimizle gurur duyuyorum ve geleceğe umutla bakabiliyorum.
*-Korkuteli ‘ne hangi sıklıkla geliyorsunuz. Korkuteli için bir projeniz var mı?
Annem ve babam sağken yılda üç dört kez geliyor, her defasında 8-10 gün kalıyordum. Onları kaybettikten sonra, geliş sayım değişmese de kalış sürem kısaldı. Akrabalarımı, doğduğum yerleri görüp dönüyorum. Yakın zamana kadar köyüm Yazır ve kazam Korkuteli için proje üretme gibi bir projem yoktu. Geçen yıl geldiğimde Korkuteli Doğa Kültür ve Sanat Platformundan(DOKSAP) haberim oldu, değerli üyelerinden bir kısmıyla tanışma şansını yakaladım. Benim için inanılmaz bir olaydı. Din-dil- ırk- mezhep – yaşam tarzı vb.. etrafında insanların kamplaştırıldığı ve çatıştırıldığı bir dünyada, her düşünce ve kimlikten insanların ortak amaçlarda bir araya gelebilmesi, ülkem ve dünya açısından da barış umutlarımı ateşledi. DOKSAP ve/veya benzeri oluşumlarla proje üretmeyi ve hayata geçirmeyi çok isterim. Bir hayvan sever olarak kedi – köpekler için barınak, giderek kelleşen topraklarımıza ağaç dikme seferberlikleri, geleceğimiz olan çocuklarımızı ve gençlerimizi yetkinliklerle donatacak her türlü faaliyet… Ama en önemlisi de kadınlarımızı onların güçlerini ve potansiyellerini ortaya çıkaracak- yaşamın içine daha da sokacak projeler… Çünkü bir kadın değişir, dünya değişir.
*-Son olarak Korkuteli Burada dergisi ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Dergiyi, internetten takip edebildiğim kadarıyla çok beğendim. Ama hak ettiği takdiri, dergileri fizikken elime alıp okuduğumda verebileceğimi sanıyorum. Ben kağıt - mürekkep kokusunu duymadan internetten okuduğum gazeteden de eksik faydalandığımı hissediyorum. Aralık ayında Korkuteli’ne geldiğimde tüm sayılarını alıp sayfa sayfa okuyup inceleceğim.
Son olarak da doğduğum topraklara, o topraklarda yaşayan tüm insanlar ve canlılara, dağına taşına .. Özlemlerimi selam ve sevgilerimi iletiyorum.