12.12.2018 / 22303 Görüntüleme
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldum. Fulbright ve Türk Eğitim Vakfı bursu ile Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde yüksek lisans yaptım. Türkiye’ye dönüşümde Boğaziçi Üniversitesi’nde iki yıl öğretim görevliliği yaptım. Doktora derecemi Cambridge Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde tamamladım. 2007-2008 yılını MIT Sloan School of Management’ta liderlik alanında dersler alarak ve araştırma yaparak geçirdim. Şu anda da kendi alanımda proje ve eğitim seminerlerime devam ediyorum.
Korkuteli ile bağınız ne durumda? Buralara gelip gidebiliyor musunuz?
Annem Korkutelili. Eskiden yaz aylarında köyümüze gelirdik, şu an çok kimse de kalmadı köyde. Bende maalesef eskisi kadar gelemiyorum.
Sizi gazete köşenizden, TV programlarından, konuşmalarınızdan ve kitaplarınızdan biliyoruz. Siz mesleğinizi ve yaptıklarınızı bize nasıl anlatırsınız?
Bir önceki soruda yanıtladığım üzere ben eğitim bilimleri alanında akademisyen ve yazarım. Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders veriyorum, Hürriyet’te köşe yazıyorum ve Beni Ödülle Cezalandırma adlı bir kitabım var. Aynı zamanda okullarda ve kurumlarda sık sık konuşmalar yapıyorum. Farklı kuruluşlara da danışmanlık yapıyorum.
2008 yılında başlatmış olduğum Öğretmen Liderliği Projesi, günümüzde 100’den fazla devlet okulunda ve özel okulda uygulanmaya devam ediyor. Aynı zamanda kurmuş olduğum Anne Baba Okulu ile ebeveynlere mutlu ve başarılı çocuk yetiştirmenin prensipleri konusunda dersler veriyorum.
Çocuk yetiştirmenin püf noktaları var mıdır? Bu konuda aileler en çok nelere dikkat etmeli?
Ailelerin en çok dikkat etmeleri gereken en önemli noktalardan bazıları şöyle; ne kadar küçük de olsa her çocuğun bir birey olduğunun göz ardı edilmemesi, çocuğun dış kontrol (elalem ne der?) mekanizmalarıyla değil, iç kontrol (doğru olan nedir?) mekanizmalarıyla yetiştirilmesi ve her ne durumda olursa olsun, çocuğun merak duygusunun bastırılarak söndürülmemesi.
Yine aynı derecede önemli bir nokta da; çocuğa kızılmaması gerektiği. Tabii, ilk önce şu soruyu sormamız gerekir: Bir insan ne zaman sinirlenir? Hedefine veya isteğine ulaşamadığı zaman. Öfke mekanizması bu şekilde çalışır. Çocuk bir şey yapınca aile ona kızıyorsa, aile hedefine ulaşamamış demektir. Dikkatinizi çekerim; çocuk demiyorum. Bu durumda çocuktan dolayı, hedefine ulaşamayan aile. Bunun sebebi, çocuğun ailenin bir uzantısı olarak görülmesidir, halbuki çocuk, ailenin bir parçası olmakla birlikte aynı zamanda kendisine özgü bir bireydir de.
Öfke madalyonunun öteki yüzü de korkudur. Çevrenizde rahatlıkla görebilirsiniz, istenilen davranışı yapmayan çocuklar, yaşlarından bağımsız olarak, korkutulurlar. Bunun örnekleri çoktur; susmazsan polis amcalar gelir, (müşkül durumdaki birisi işaret edilerek) bak çalışmazsan onun gibi olursun, üstünü giyinmezsen hasta olursun doktor gelir iğne yapar... Çocuğunuzun belirli tehlikelerden kaçınmasını sağlamak ile, çocuğunuzun sonu gelmez bir korkular dünyası içerisinde büyüyüp serpilmek zorunda kalmasına yol açmak arasında pek de ince olmayan ve dikkat edilmesi gereken bir çizgi var.
Son olarak, çocuğunuzun sözüne ve davranışlarına güvensizlik etmenin büyük zararı vardır. ‘’Doydum,’’ diyen çocuğun sözüne bir türlü inanmayan aile zaman içinde yeme bozukluklarına yol açar. Şüphecilik, kişinin kendi içindeki yaralardan kaynaklanır ve zaman içinde zehirleyip çürütemeyeceği hiç bir ilişki yoktur.
Günümüz insanının en büyük kişisel problemleri ne sizce? Bu problemlere çözüm olarak neleri önerirsiniz?
Çağımızın en büyük sorunu bana göre yalnızlık ve sevgisizlik... Özellikle bizim ülkemizde sevgisizlik. Çocuk eğitiminde koşullu sevgi olduğu için çocuklar değersizlik inancıyla büyüyor. Bu inançla büyüyen çocuklar da ilerde güçlü ilişkiler kuramıyor ve ait hissedemiyor. Koşulla büyüyen nesil, değer odaklı büyüyemez. Değer olmayınca da çok fazla aldatma ve sahtekarlık olur. Sevgisiz büyüyen insanlar sevgi de alamadığı için, diğer insanlara güvenemiyor. Kendilerine sevgi veren insanlara inanamıyor ve güven azalıyor.
Günümüz için “İdeal İnsan” tanımı yapılabilir mi? “Kendini Gerçekleştirme” gerçekten mümkün olan bir seviye midir?
İdeal tanımı yapılır mı bilmiyorum ama istediğimiz insan şöyle olmalıdır: Bütünlüğünü koruyan kendisiyle barışık insan. Bu insan bana göre idealdir. Çünkü mutludur ve kötülük yapmak. Kendisi bütün olduğu için çıkarı için eyleme geçmez. Diğer insanlarına hayatına anlam ve değer katar. Kendini gerçekleştirme, çok büyütülmesi gereken bir şey olmamalı bence. Kendini gerçekleştirmiş ama çok mutsuz olan insan var. Kendi seviyenin üstüne çıkmak amaç olabilir ama bu da bir amaç değil, yolculuk olmalıdır. Esas olan bana göre bütün olmaktır.
Başka insanlarla iyi iletişim kurmak neden bu kadar önemlidir? İyi iletişim kurmak ne demektir?
İletişim tüm canlılar için önemliyken, insan için çok daha büyük bir anlam taşır. Çünkü sosyal bir varlığız. Hatta beynimizin büyük olmasının en büyük sebebi de sosyal olmamız. Sosyal bir varlığız çünkü yaşamda kalmamız diğer insanlara bağlı olmuş. Diğer insanlara bağlı olduğu için sosyallik psikolojik bir süreç olarak genetik yapımıza işlemiş. Bu bağlamda iletişim ve ilişki de önem kazanıyor. Yalnızlık insanlar için en tehlikeli unsur. Doğru iletişim kurmanın temelinde, karşı tarafın ihtiyacını ve duygusunu anlamak vardır. Örneğin, bir kişi yorgunum derse, siz bize gelince hep yorgunsun derseniz, o kişinin dediğini kendinize göre yorumlamış olursunuz. Bu da iletişimi bozar. Ama biraz dinlen hadi sonra konuşuruz sonra derseniz, onun için iletişim kurmuş olursunuz. Aşağılama ve eleştiri iletişimi bozan en büyük iki unsurdur. Çünkü kişinin değerini düşürür.
Ben dilinin yanlış kullanımı da sıkıntılıdır. “Benim duygum senin davranışlarına bağlı.” Bu tarz bir ‘ben dili’ iletişimi bozar ve çocuklarla iletişimde değersizlik duygusu yaratır. Hem çocuğa ‘Burada önemli olan senin değil, benim duygum.’ mesajı verir hem de çocuğa, duygularının sorumluğunu almadan başkalarının duygularından kendisini sorumlu tutmayı öğretir. ‘Benim duygum bana bağlı’ mesajı veren gerçek ‘ben dili’ söylemlerinde ise bir nevi itiraf vardır. Kişi yarasını söyler. Bu şekilde söylenen ‘ben dili’, ilişkilerin kalitesini arttırır. Diğer bir yandan iletişim kurarken karşımızdakine anlaşıldığını hissettirmek çok önemli. İnsanlar anlaşıldığı an değerli hissediyor ve kendisini iletişime açıyor. Buradan yola çıkarak etkili iletişimin “konuşarak” değil, “dinleyerek” yapılacağını söylemem gerekir. İletişimi öldüren temel şeylerden bazıları; durumu kendine çevirme, karşıdakinin cümlesini tamamlama, yargılayıcı soru sorma, duygusunu önemsizleştiren teselli cümleleri kurma, karşıdakinin sözlerine niyet yükleme, talep edilmediği halde tavsiye vermedir. Etkili dinlemede ise yargı, yorum, önyargı, ego, tavsiye veya teselli yoktur. Sadece empati kurmak ve duyguları onaylamak vardır. Bu şekilde kurulan iletişim gerçek iletişimdir ve sevgi doludur.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde başlayan ve sizin de parçası olduğunuz “Özgüven Projesi” hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Özgüven Projesi’nin misyonu yeni neslin dış görünüşü ile barışık olmasını sağlamak ve özgüvenlerini artırmak, böylece kendilerindeki potansiyelin farkına varmalarını sağlamak. Proje kapsamında Türkiye’de bilimsel verilere dayalı araştırmalar yapıldı ve eğitimler verildi. Dove’un yeni araştırmasına göre, Türkiye’de kızların %50’si fiziksel özgüveninin düşük olduğunu söylüyor. Kızlar kendilerine güvenmediklerinde sosyalleşmekten çekiniyor, kararsızlık yaşıyor ve doktora gitmeyerek sağlıklarını riske atıyor. Özgüven eksikliği toplumumuzda gençliğin en büyük yaralarından biri, fiziksel özgüven de bunun bir parçası. Bu yarayı tedavi etmezsek geleceğin kendi potansiyellerini keşfetmiş bireylerinden ve liderlerinden de mahrum kalırız. Dove Özgüven Projesi ile gençlere, güzellik algısının bir kurgu olduğunu, bu kurguya benzeme çabasının gerçek dışı olduğunu anlatıyor, kendilerini keşfetmeleri ve oldukları gibi kabul etmeleri için onları cesaretlendiriyoruz. Özgüvenli olmak için beslenecekleri kaynakların dış görünüşleri değil; yetenekleri, becerileri, hedefleri ve hayal etme güçleri olduğunu vurguluyoruz. Özgüvenli bir toplum için özgüvenli gençler yetiştirme sorumluluğumuz ile Türkiye’yi adım adım geziyoruz.
Eğitim sistemimizin daha iyi hale gelmesi için sizce neler yapılmalı?
İyi bir eğitim sistemi denince akla Finlandiya’daki sistem geliyor. Finlandiya’daki eğitim sistemine baktığımızda kişiselleştirilmiş bir eğitim sistemi olduğunu görüyoruz. Finlandiya’da çocuklar kendi seviyesine, ilgisine ve yeteneğine göre eğitiliyor. Eğitim çocuğa göre kişiselleştiriliyor ve farklılaştırılıyor. Herkes özel ve kendine özgü eğitim alıyor. Diğer önemli faktör “eşit eğitim hakkı”. Bizdeki gibi veliler iyi okulların peşinden koşmuyor. Çünkü ülkenin eğitim kalitesi her yerde aynı. Aynı zamanda Finlandiya’da sınıf içinde ve okullar arasında rekabetten ziyade işbirlikli öğrenme var. Çocuklar sadece öğretmenden değil, birbirlerinden de öğreniyor. Bir rekabet varsa, o da kendileriyle. Finlandiya’da müdürlerin liderliği de çok önemli. Müdürler, merkezi bir sisteme bağlı kalmadan kararlar verebiliyor. Müdürler vizyon sahibi ve güçlü liderlik becerilerine sahip. Bakanlık müdürleri veya öğretmenleri kontrol etme ihtiyacı duymuyor. Güven var. Fakat ülkemizdeki eğitim sisteminde değişikliğe giderken diğer ülkeleri taklit etmemize gerek yok. Örneğin Güney Kore eğitim sistemi Finlandiya’dan çok farklı olmasına rağmen başarılı bir ülke. Bizim sadece bildiklerimizi, vizyoner eğitim liderleri öncülüğünde uygulamamız gerekiyor. O zaman gerçek anlamda eğitimde reform yapabiliriz.
Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Genelde bana gelen sorular çocuk yetiştirmeyle ilgili olduğu için ben de bu şekilde birkaç şey söylemek isterim. Ailelerin çocuk yetiştirme felsefesi açık olmayınca, birçok hata yapılıyor. Nedir bu hatalar? Çocuğu koşullu sevmek, olumsuz duyguların üstünü örtmek, çocuk adına karar vermek, çocuğa sorumluluk vermemek, çocuğa bedel ödetmemek, çocuğu kontrol etmek, öğrenmeyi engellemek. İşte bunları yapmasınlar, peki bir sorun olduğunda çocuğa ne şekilde yaklaşılmalı? Orada PİDE yönteminden bahsetmiştim. Dört adımdan oluşuyor: Perspektif, ihtiyaç, duygu, emek. İlk olarak çocuğun bakış açısını anlamak gerekir, çünkü çocuğa göre her davranışı çok mantıklıdır. İkinci olarak onun ihtiyacını anlamak gerekir. Üçüncü olarak ise ihtiyacın temelindeki duyguyu keşfetmek gerekir. Bunları yaptıktan sonra da son olarak çocukla ilişki kurarak beraber çözüm üretilir.
Bunlar dışında söyleyeceğim ve her zaman da önemle belirttiğim şey: koşulsuz ebeveynlik prensibini uygulamak. Çocukla bir sorun yaşadığımızda yapılması gereken çocuğu değil kendimizi değiştirmektir. Bu değişim, sadece davranış düzeyinde değil, düşünce düzeyinde olmalıdır. Önemli olan çocukta davranışı belirleyen temel bir değerler sistemi oluşturmaktır. Bu da ödül-ceza gibi kontrol mekanizmaları ile değil, model olarak oluşturulur. Ödül vermek yerine kök sorunu çözmek gerekir, aile kendini analiz edecek, çocuğuyla etkinlik yapacak.
Demokratik aile olmak da çok önemli. Aileler, hem çocuğa bir düzen sunmalı hem de özerklik vermelidir. Bunu yapmanın da üç temel adımı vardır. İlk önce evde kurallar ve rutinler yoluyla düzen kurulacak, daha sonra da bu düzen içinde çocuğa seçme hakkı verilecek. Çocuk kurallara uymazsa ödül ya da ceza olmayacak, problemin temeli anlaşılıp çözülecek. Problemi çözme sorumluluğu ailenin rehberliğinde çocuğun olacak. Problemi çözmek mümkün değilse, çocuktan kurala uyması istenecek ama bu durumda onun duygusu onaylanacak. Çocuk tüm bunlara rağmen sorumluluğunu yerine getirmezse, yine ödül ve ceza olmadan, davranışın bedeli ödetilecek.